Gece geç vakitlerde yanıma geçen gördüğüm
dilenci geldi. “Oklum bu ne hal?” diye güldü “İnsan böyle mi dilenir?” Dilencinin
ayaklarına baktım. İkisi de yerinde duruyordu. Gözlerimi ovuşturup tekrar
baktım. Evet, ikisi de sağlamdı.
“Sen nasıl yürüyorsun?” diye şaşkınlıkla
mırıldandım. “Sakat değil misin?”
Gülmeye başladı. “Hadi kalk, sana her şeyi
anlatacağım.”
Önümdeki bezi cebime koyup ayağa kalktım, inanamayan
gözlerle dilenciyi tekrar inceledim.
“Bu şekil dilenirsen kimse sana acıyıp para
vermez!” Yürümeye başladı. “Bu işin de kendine göre hileleri var. Sen de bu işi
yapmak istiyorsan, muhakkak bu hileleri öğrenmen lazım. Yoksa, insanların acıma duygusunu sömürmeden imkanı
yok para kazanamazsın.”
“Ne gibi hocam? Ne tür hileleri vardır?”
dedim.
“Bak herkes benim sana söyleyeceklerimi
söylemez. Ama ben senin bebelerine acıdığım için anlatacağım. Bir kere…” Eliyle
üzerimdeki kıyafetleri işaret etti: “bu şekil bir dilenme şekli yok. İnandırıcılık
sıfır. Dua et küfür yememişsin. Bu işin de kendine has hileleri vardır. Böyle
üzerine eski bir kıyafet giy, git dilen artık yemiyorlar. Daha büyük hileleri
var..”
“Mesela ne gibi hocam? Bir örnekle açıklar
mısın?”
“Tabi açıklarım” dedi bi öğretmen edasıyla:
“Her türlü hilesi vardır. Mesela; ayağını ve kolunu kopmuş gibi gösteriyon, gözlerini
oyulmuş gibi gösteriyon, boynunu kopmuş gibi gösteriyon…”
“Boynunu nasıl kopmuş gibi gösteriyon?” diyerek
sözünü kestim, “Yani boynun yoksa insanlar seni ölü zanneder.”
“Oklum öyle değil” diyerek kafama vurdu, “Boynunun
yarısını açılmış gibi gösteriyon. Tabi biraz da makyaj yapıyon. Yalnız çok
etkili bir numaradır.”
Şaşkınlıkla başımı salladım. “Peki sen kafa
numarasını yapabiliyon mu?”
“Yok, ben henüz o seviyeye gelemedim; ama
babam çok iyi yapar bu numarayı. Sadece boyun numarasını yaparak kendisine
havuzlu bekar evi aldı.”
Yok
daha neler, herhalde dalga geçiyor. “O kadar etkili yani. Peki başka ne tür hileler vardır?”
“Bu işin yetmiş yedi tane hilesi vardır. Mesela;
böbrek ile bağırsağını çıkarmış gibi gösteriyon, kulak’la burnunu yokmuş gibi
gösteriyon, vücudunu 600 derece’de yanmış gibi gösteriyon ya da yapay kalp
cihazıyla yaşıyormuşsun gibi gösteriyon”
Dilenciye samimiyetle sarıldım, “Ya ben, ben
hangi numarayı yapabilirim?” diye cıvıldadım.
“Öncelikle çek o ellerini!” Sinirli bir
sesle kelimeleri bastırdı.
Ellerimi çekip “Pardon” dedim.
“Fazla samimi olmayalım…Sen tekerlekli
sandalyeyle ayağın sakat gibi yapabilirsin. Seviye bir yani”
“Anladım. Peki bu numaraları yaparken
başına ilginç bir olay geldi mi?”
“Benim değil de arkadaşın başına geldi. Arkadaşım
böbrek numarasıyla dilenirken adamın biri telaşla yanına yaklaşmış ve “Sakin
ol, ben doktorum” deyip böbreği incelemeye başlamış. Bir süre inceledikten
sonra şaşkınlıkla arkadaşa bakıp, “Ama bu hayvan böbreği?” deyince bizim ki böbreği
adamın önüne attığı gibi kaçmış!”
Gülerek dilenciyi dinledim. “Yani sizin en
büyük düşmanınız polis değil anlaşılan” dedim sonunda. Başıyla onayladı: “Bu
tarz numaralar biraz daha riskli; çünkü yoldan geçen doktor veya yardımsever
vatandaşlar yüzünden bütün emeğimiz boşa gidebiliyor.”
“Özür dilerim, senin ismin neydi?”
“Köksal, ya senin?”
“Hayrettin” diye duraksadım. “Sormayı
unuttum, tekerlekli sandalyeyi nerden bulabilirim?”
“Hastaneden bedava bulabilirsin.”
“Hemen gidip bir tane alayım” diye gülümsedim.
Başını iki yana salladı: “Öyle her isteyene
vermiyorlar, hastaneye gidip çalacaksın.”
“Asla olmaz! Hem güvenliği falan vardır.”
“Rahat ol biraz” dedi omuzlarımdan tutup. Sesi
güven doluydu: “Zaten hastanede bol var. Hem ben de sana yardım edeceğim.”
Biraz tereddüt etsemde başımla onayladım. Köksal
da başladı planı anlatmaya. Planı anlattıktan sonra ciddi bir sesle: “Anladın
değil mi? İş çok basit” dedi.
“Anladım” Sesim endişe yüklüydü.
Benim anladığımdan emin olduktan sonra
bildiği bir hastane olduğunu söyleyip adımlarını hızlandırdı Köksal. Ara
sokaklardan geçirip bizi hastane yerine sağlık ocağına götürdü. Sonra
güvenliğin bizi göremeyeceği bir yerden, “Giriş ve çıkış ordan olacak” dedi
parmağıyla güvenliğin durduğu kapıyı göstererek, “Hemen işi bitirip çıkacağız.”
Bana baktı: “Yalnız çok sessiz olmamız lazım, tamam mı?”
Başımı salladım.
Kapıdaki güvenlik hafif şişman biriydi. Trafikte
karşıya geçmek ister gibi sürekli sağa, sola bakıyordu. Köksal elindeki
poşetten çıkardığı kırmızı boyayı ayağının belli yerlerine sürdükten sonra
ayağını kopmuş gibi yaptı. Bu haliyle gerçekten kopmuş gibi görünüyordu. Bana
işareti verdiği gibi, Köksal’ı kucağıma aldım ve sağlık ocağına doğru yürümeye
başladım.
Güvenlik Köksal’ı tanır gibi olduysa da çok
şükür duruma uyanmadı.
“En zor kısmı gitti” diye fısıldadı Köksal
“Bundan sonrası basit!”
Köksal’a tebessüm ettim ve etrafı
incelemeye başladım. Ancak ortalarda tekerlekli sandalye göremedim. Köksal’a
soracaktım; ama o da çoktan uyumuştu. Ben de kendi acısıyla meşgul olan kadına
yaklaştım “Abla” dedim “Tekerlekli sandalye nerden bulabilirim?”
Kadın başını kaldırıp Köksal’ı görünce “Acil
doktor lazım!” diye bağırarak ayağa fırladı “Doktor yok mu?” Desibeli bitesice
kadın, sus! “Abla doktor değil, tekerlekli sandalye lazım.” Korkuyla çevreme
bakındım. Köksal da endişeyle sağa, sola bakıyordu. “Çabuk çıkar bizi buradan” diye
inledi; ancak kısa boylu hemşire çoktan yanımıza gelmişti.
Hemşire endişeli bir sesle “Trafik kazası
mı?” diye sordu bana. Gözlerini Köksal’a çevirdi: “Acil ameliyata almamız lazım.”
Arkasına bakarak bağırdı: “Sedye getirin.”
Çevremizde toplanan hasta ve hasta
yakınları, acıyan gözlerle Köksal’a bakıyordu. Köksal ise elleriyle yüzünü
kapatmış küfür ediyordu. Saniyeler sonra yanımıza gelen dört tane doktor, Köksal’ı
kucağımdan alarak sedye’ye uzandırdı. Sonra hızlı adımlarla uzaklaştılar .Köksal
giderken: “Allah belanı versin Hayrettin” diye bağırdı.
Yanımdaki hemşire ise zaten yırtık olan
kıyafetimi çekiştirip “Sakin olun, iyileşecek. Siz kayıt işlemlerini halledin” dedi,
yanımdan uzaklaştı.
Bense ne yapacağımı şaşırarak sağlık
ocağından çıktım ve bilinçsizce koşmaya başladım. Biraz uzaklaştıktan sonra
Köksal’a üzülerek sağlık ocağına geri döndüm.
Sağlık ocağının giriş kapısında, az önceki
hemşire, elleri belinde güvenlikle konuşuyordu. Beni fark edince, “Beyefendi” dedi
kelimeleri bastırarak “Lütfen benimle gelin.” Yürümeye başladı.
Ben de çaresizce hemşireyi takip ettim. Hemşire
beni güvenlik odasına götürdü. Köksal’ın yanına oturttu. Sonra ikimize birden
bakarak: “Bu yaptğınız çok ayıp” diye söylendi. Mecbur bilmiyormuşum gibi
yaptım. Köksal’a bakıp: ”Aaaa! Senin ayağın ne zaman iyileşti?” dedim.
Köksal burnundan soludu, “Sus lan! Bu şaka
fikri hep senden çıktı zaten.”
“Gevezeliği kesin” diye araya girdi karşıda
oturan polis, “Bana olayı anlatın. Amacınız neydi?”
“Bütün amacımız hastalara moral vermek, bu
zor saatlerinde onların neşesini yerine getirmek” dedi Köksal. Onay bekleyen
bir yüzle bana baktı: “Demi Hayrettin?”
“Evet, evet” diye başımı salladım. Polise
baktım: “Aynen öyle. Allah belamı versin ki öyle!”
Polis, “Hayrettin, başın çok büyük belada” diyerek
üzerimde psikolojik baskı oluşturmaya çalıştı, “Ya bana doğruyu söylersin, ya da
hapsi boylarsın. Seçim senin.”
Biraz timsah gözyaşları döktüm, “Valla kötü
bir niyetimiz yoktu.”
“Şimdi anlarız..”
“Alın bunu bırakın beni polis abe” dedi
Köksal ağlamaklı bir sesle.
“Susun şimdi!” Polis ayağa kalkıp bize
doğru yaklaştı. Çok sinirli görünüyordu. Bir bana bir Köksal’a bakıyordu. Çok
geçmeden içeriye iki tane daha polis’le bir tane hemşire geldi.
“Gerçeği söylemiyorlar, ne yapalım?” dedi
başımızda bekleyen polis, diğer polislere bakarak
“Terörle mücadele kapsamında tutuklayalım” diye
cevap verdi uzun boylu kumral polis. “Ne terörü abi” dedim ağlayarak.
Kumral polis yüzünü bana çevirdi. Otoriter
bir sesle: “Hastanede terör estirmişsiniz” dedi. “Ama bana doğruyu söylersen
sana yardımcı olurum.”
“Şimdi biz esasında…” diye ötecektim ki;
Köksal araya girerek olayın şaka olduğunu
tekrarladı.
Başımızda bekleyen polis, yanıma geldi. “Esasında
dedin ve sustun. Sözünü tamamla bakayım. Eğer yalan söylersen ömrün
cezaevlerinde geçer.” Yutkunup başımı eğdim. Polis konuşurken, Köksal’ın yanına
giden kumral polis, Köksal’ın kafasına vurdu. “Bu ayak numarasını nerden
öğrendin? Hangi kampta yetiştin?” diye bağırdı.
Köksal korkuyla
başını eğdi, “Ben sihirbazım abe”
“Sihirbazsın öyle mi”
Köksal başıyla onayladı.
“Lan bize yalan atma!” diye tısladı polis “Bombasız
eylem mi yapacaktınız?”
Köksal’ın ödü bokuna karıştı, “Yok” deyip ağlamasını
artırdı.
Kapıda bekleyen polis, “Az önce bir grup
gözaltına alınmış” dedi “Bu ikisini de ekler hepsini tutuklatırırız.”
Yanımdaki polis “İyi fikir” diye mırıldandı.
Bu sırada tekrar kapı açıldı ve içeriye
yaşlı bir doktor geldi. “Basit bir olay gibi gözüküyor; ama yine de son karar
sizin” dedi bizim tarafımızdaki polislere bakarak.
Köksal’ın yanındaki polis: “Hocam, bırakıyoruz
o zaman” dedi, bize baktı. “Üç saniye içinde gözümün önünden kaybolun.”
Biz iki saniye içinde sağlık ocağından
dışarıya çıktık ve koşarak uzaklaşmaya başladık. Sağlık ocağını gözden
kaybedince nefes almak için durduk. Köksal sinirle beni itti ve “Defol git” dedi
hızlı hızlı nefes alırken.
“Bebeler aç beklerken bu yaptığın zalimlik.”
Köksal bebek lafını duyunca yumuşadı. Ben de biraz daha abartarak sözlerime
devam ettim: “Bebeler beş gündür ayakkabı ve terlik yiyor.” Sesimi biraz daha
duygulaştırarak ekledim, “Sen hiç terlik yedin mi?”
Ağlamaya başladı. Ben de yanına yaklaştım, Köksal’a
sarıldım, “Bana tekerlekli sandalye bul ki bebeler aç kalmasın, analar
ağlamasın.”
“Bizim evde bir tane olmalı” dedi eliyle
gözyaşlarını silerken “Haydi beni takip et.” Birlikte yürümeye başladık.
Varsa bizi niye bu kadar uğraştırıyon cimri
herif, diyecektim, vazgeçtim..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder